Bu müsbet
cevâblara ne kadar, ama ne kadar, ihtiyâcım var!
Ah, Allah’ım! Ne
suçum, ne günâhım vardı ki beni hayâtda bu kadar müdhiş ve karışık bir girdaba
atdın? Yalvarırım sana, beni bu meftûn, bu bedbaht girdabdan kurtar, Sîret!
Burada,
havasında ufak bir katre-i ziyâ ve sevdânın ihtizâzı bile hissedilmeyen bu
galîz ve ahmak muhîtde hayâtım eriyor, ruhum kirleniyor. Dimağım paslanıyor.
Sinirlerim, damarlarım zehirli, mülevves bir ateş ile mütemâdiyen iğneleniyor…
Oh, ben gencim, ben hassâsım… Ben hakkını anlayamayan, hayâtın ve sa‘âdetin
ma‘nâsını kavrayamayan budalalardan değilim. Ben yaşamak, lâkin hayvâncasına
değil, insâncasına yaşamak ve mes‘ûd olmak isterim. Yaşamak ve mes‘ûd olmak
benim hakkım değil mi? O hâlde hakkımı, hakk-ı sa‘âdetimi istihsâl neye cinâyet
olsun? Hürriyet milletlere verilmez, lâkin alınırmış! Demek ki bizim memleketde
de uyuyan evlâdlarına sa‘âdet verilmez, o sa‘âdet zorla alınırmış! Fakat efsûs
ki ben sa‘âdetimi almak içün çok geciktim. Vaktiyle büyük bir za‘f ve gaflet
gösterdim. Ben pederimin o midhiş tazyîklerine, ibrâm ve ısrârlarına rağmen bu
meş’ûm izdivâca kat‘iyyen muvâfakat etmeyecekdim. İşte bir hatâ, bir dalâlet,
bir kâbûs ki beni mahvetti… Nasıl oldı, dimağımdan nasıl serseri bir hava esdi
de ben bu menhûs teklîfe, bu menhûs modaya kapılmış oldum, el-ân anlayamadım?
Hayâtda işlediğim bu müdhiş hatâyı tamâmen ta‘mîr ‘acabâ kâbil değil mi, Sîret?